ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR

ÇANKIRI HAPİSANESİNDEN MEKTUPLAR
 

1

Saat dört,
            yoksun.
Saat beş,
            yok.
Altı, yedi,
ertesi gün,
daha ertesi
ve belki
             kim bilir...

Hapisane avlusunda
                bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde
                             on beş adım kadardı.
Gelirdin,
yan yana otururduk,
kırmızı ve kocaman
                muşamba torban
                                        dizlerinde...

Kelleci Memed'i hatırlıyor musun?
Sübyan koğuşundan.
Başı dört köşe,
bacakları kısa ve kalın
ve elleri ayaklarından büyük.
Kovanından bal çaldığı adamın
                                                   taşla ezmiş kafasını.
«Hanım abla» derdi sana.
Bizim bahçemizden küçük bir bahçesi vardı,
                                                tepemizde, yukarda,
                                                                  güneşe yakın,
                                                bir konserve kutusunun içinde...

Bir Cumartesi gününü,
hapisane çeşmesiyle ıslanan
                     bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
Bir türkü söylediydi kalaycı Şaban Usta,
aklında mı :
«Beypazarı meskenimiz, ilimiz,
  kim bilir nerde kalır ölümüz...?»

O kadar resmini yaptım senin
bana birini bırakmadın.
Bende yalnız bir fotoğrafın var :
bir başka bahçede
                    çok rahat
                    çok bahtiyar
          yem verip tavuklara
                        gülüyorsun.

Hapisane bahçesinde tavuklar yoktu,
fakat pek âlâ gülebildik
                    ve bahtiyar olmadık değil.
Nasıl haberler aldık
             en güzel hürriyete dair,
nasıl dinledik ayak seslerini
                         yaklaşan müjdelerin,
ne güzel şeyler konuştuk
                         hapisane bahçesinde...
 
2

Bir akşamüstü
oturup
hapisane kapısında
rubailer okuduk Gazalî'den :
«Gece :
     büyük lâciverdî bahçe.
  Altın pırıltılarla devranı rakkaselerin.
  Ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.>

Bir gün eğer,
benden uzak,
karanlık bir yağmur gibi,
canını sıkarsa yaşamak
                  tekrar Gazalî'yi oku.
Ve Pîrâyende'm benim,
ben eminim
sen sadece merhamet duyacaksın
ölümün karşısında onun
                            ümitsiz yalnızlığı
                            ve muhteşem korkusuna.

Bir akar su getirsin Gazalî'yi sana :
«— Toprak bir kâsedir
                        çömlekçinin rafında tâcidar,
       ve zafer yazıları
       yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin...»

Birikip sıçramalar.
Soğuk
         sıcak
                 serin.

Ve büyük lâciverdi bahçede
                               başsız ve sonsuz
                               ve durup dinlenmeden
                               devranı rakkaselerin...

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var :
«Pamukladı mıydı kavaklar
                               kiraz gelir ardından.»
Kavaklar pamukluyor Gazalî'de,
fakat
görmüyor, üstat,
                 kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Şeker Ali yukarda, koğuşta bağlama çalıyor.
Akşam.
Dışarda çocuklar bağrışıyorlar.
Çeşmeden akıyor su.
Ve jandarma karakolunun ışığında
akasyalara bağlı üç kurt yavrusu.
Açıldı demirlerin dışında
                            büyük, lâciverdî bahçem.
A s l o l a n   h a y a t t ı r ...

Beni unutma Hatçem...
 

3

Bugün çarşamba :
— biliyorsun —
Çankırı'nın pazarı.
Demir kapımızdan geçip
kamış sepetimizde bize kadar gelecek
yumurtası, bulguru,
yaldızlı, mor patlıcanları...

Dün köylerden inenleri seyrettim :
yorgundular,
kurnaz
            ve şüpheli,
ve kaşlarının altında keder.
Erkekler eşeklerde,
kadınlar çıplak ayaklarının üstünde geçtiler.
Herhalde içlerinde senin bildiklerin vardır.
Herhalde iki çarşambadır pazarda :
                          kırmızı başörtülü
                          «kibirsiz» İstanbulluyu aramışlardır...
20 Temmuz 1940
 

4

Sıcaklar bildiğin gibi değil
ve ben ki yalı uşağıyım,
deniz ne kadar uzak...

İkiyle beş arası
cibinliğin altına uzanarak
ter içinde
kımıldanmadan
gözlerim açık
dinliyorum sineklerin uğultusunu.
Biliyorum :
şimdi avluda
duvarlara çarpıyorlardır suyu,
kızgın, kırmızı taşlar tütüyordur.
Ve dışarda, otları yanmış kalenin eteğinde
bir kezzap aydınlığı içindedir
simsiyah kiremitleriyle şehir...

Geceleri birdenbire rüzgâr çıkıyor.
sonra kayboluyor birdenbire.
Ve karanlıkta canlı bir mahluk gibi soluyup,
yumuşak, tüylü ayaklarıyla dolaşarak
bizi bir şeylerle tehdit ediyor sıcak.
Ve zaman zaman
ürpermelerle duyuyoruz derimizin üstünde
                                      bir korku halinde tabiatı...

Bir zelzele olabilir.
Zaten üç günlük yere geldi,
salladı çapanoğlu Yozgad'ı.
Ve yerlilerin kavlince :
altı tekmil tuz madeni olduğundan
                                   yıkılacak Çankırı şehri
                                                    kıyametten kırk gün önce.
Yatıp bir gece
başın bir kalasla ezilmiş,
                         çıkmamak sabaha...
Ölümün bu kadar körü ve mendeburu...
Ben yaşamak istiyorum biraz daha,
daha bir hayli yaşamak.
Bunu birçok şey için istiyorum,
birçok
çok mühim şeyler.
 

12 Ağustos 1940
 

5

Saat beşte akşam oluyor :
insanın üstüne doğru yürüyen bulutlarla.
Yağmur taşıdıkları belli.
Birçoğu
elle tutulacak kadar alçaktan geçiyorlar...
Bizim odanın yüz mumluğu,
terzilerin gaz lambası yandı.
Terziler ıhlamur içiyorlar...
Kış geldi demektir...
Üşüyorum.
Fakat kederli değilim.
Yalnız bize mahsus bir imtiyazdır :
kış günleri hapisanede,
sade hapisanede değil,
bu kocaman
             bu ısınası
                  bu ısınacak dünyada
                                           üşüyüp
                                                   kederli olmamak...

26 Ekim 1940

 
Bugün 8 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol